Ülkemiz 15 Temmuz’da sadece askeri bir kalkışmayla değil her alanda topyekün bir işgal girişimiyle karşı karşıya kalmış ve yeni bir milli mücadele sürecinin içine girmiştir. OHAL ile birlikte bürokrasi, emniyet, yargı ve iş dünyası içindeki FETÖ üyelerinin tasfiyesiyle örgütün yurtiçindeki bürokratik ve ekonomik unsurlarının temizlenmesi noktasında son derece önemli bir mesafe kat edilmiştir.
Ancak bu işgal girişiminin küresel ayaklarının tespiti de en az yurtiçindeki mücadele kadar büyük bir önem arz etmektedir. Aslında 15 Temmuz’dan sonra
dış politikada ve ekonomide yaşananlar bu konuda hepimize önemli ipuçları veriyor. Mülteci krizi ve vize serbestisi konularında Avrupa Birliği’nin taahhütlerini yerine getirmemesi ile başlayan gerilim ve 15 Temmuz sonrası başta Almanya ve Belçika olmak üzere AB üyesi ülkelerin bölücü terör örgütü üyelerini himaye eden yaklaşımı, ABD’nin güney sınırımızda YPG ve PYD gibi PKK uzantısı terör örgütlerini müttefik olarak ilan edip DAEŞ’e karşı desteklemesi ilk akla gelenler… Mücadelenin ekonomi cephesinde ise Moody’s’in hiçbir gerekçe ortaya koymadan kredi notumuzu düşürmesi ve son olarak döviz kurundaki sert
yükseliş ne denli büyük bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor.
Çeşitli argümanlarla döviz kurlarında dalgalanmalar yaratarak piyasaları endişe ve belirsizliğe sürüklemek ve yatırımcıların sağlıklı kararlar almasının önüne geçmek küresel sermayenin gelişmekte olan ekonomiler için kullandığı silahların başında geliyor. Çünkü kurdaki sert yükselişler ülkelerin borç dengelerini ve dolayısıyla milli gelirlerini negatif yönde etkiliyor ve yatırım maliyetlerini arttırıyor. Türkiye’nin doğrudan yatırımlarla büyüme rekorları kırdığı 2003-2013 yılları arasında döviz kurlarına bakmak bu konuda önemli bir fikir verecektir.
Ocak 2003 döneminde 1,65 TL olan 1 Amerikan Doları Gezi Parkı olaylarının başladığı 2013 yılı Mayıs ayı başında 1,80 TL. Yani 10 yıllık süreçte kurdaki artış oranı sadece %9. Gezi Parkı olayları ile 15 Temmuz arasındaki artış oranı %56 ve son olarak 15 Temmuz ile bugün arasındaki artış oranı %18. Türkiye ekonomisi bugünlerde uluslararası döviz baskısı ve tehdidini ortadan kaldırmak için yeni arayışlar içinde. Bu baskı ve tehditten kurtulmak için katılımcı finans anlayışını geliştirmenin, para biriminde altına endeksli adımlar atılmasının çok daha isabetli olabileceği tartışılıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 32.Toplantısı Açılış konuşmasında İslam ülkelerinin küresel krizlere karşı daha dayanıklı hale gelmesi gerektiğini, bu bağlamda İslami Finans varlık temelli yaklaşımı önemsediğini ifade etti. Toplanan fonların tamamına yakınının
reel ekonomiyi ve üretimi finanse ettiği İslami finans piyasasının hacmi yılda yüzde 15 büyüme gösteriyor. Bu hacim 2015 yılında 2,1 trilyon dolara ulaştı ve sistemin potansiyelinin 7 trilyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. İşte bu noktada dövizin ekonomileri tehdit eden manipülatif bir araç olmaktan çıkması ve reel ekonomiye kazandırılması katılımcı finans anlayışının gelişmesi ile mümkün olabilecektir.
Uluslararası döviz baskısının ekonomimize yansımalarının hissedilmeye başlandığı bu dönemde Hükümetimiz de yaptığı düzenlemeler ile adeta ekonomide de milli seferberlik ilanetmiş durumda. Bu çerçevede hayata geçirilen yeni mevzuat düzenlemeleri ile birlikte dövize dayalı tüm kamu harcamaları zaruri bir durum söz konusu olmadığı müddetçe Türk lirası üzerinden gerçekleştirilecek.
Bu süreçte kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanılması son derece büyük bir önem arz ediyor. Görünen o ki 2017 yılı büyüme hedeflerine ulaşmada kamu yatırımlarının rolü büyük olacak. İşte bu noktada, kamu kurum ve kuruluşları istihdamı arttırıcı, maksimum faydanın sağlanacağı yatırımları sürdürülebilir kılmalı ve bu yatırımlar ile sektörler arasındaki entegrasyonu güçlendirmelidir. Ülkemiz bugüne kadar en kritik dönemeçleri milletimizin sağduyusu ve ferasetiyle aşmıştır. Nasıl ki seçimlerde hür irademizi ortaya koyuyor, geleceğimize müdahil oluyor, yöneticilerimize yön tayin ediyorsak ekonomideki sorunların aşılması için de sorumluluk almak ve ekonomi yönetiminin aldığı kararlar doğrultusunda toplumsal refleks göstermek durumundayız. Kısır tartışmaların fayda vermeyeceği, fikir ayrılıklarına rağmen alınan olumlu kararların desteklenmesi gerektiği bir süreçten geçiyoruz. Siyasi bağımsızlık ekonomik bağımsızlıkla mümkündür. Dolayısıyla ekonomik çatlakların kırılmaya dönüşmemesi adına birlikte hareket etmek ve sorunları aşmak için en azından çaba göstermek durumundayız.
Devletin ekonomi yönetimi için almış olduğu kararları da bu çerçevede yorumlamalı ve aksiyon almalıyız. OECD, Türkiye'de GSYH’nın bu yıl yüzde 3'ün altında bir büyüme göstereceğini, ancak 2018'e kadar kademeli şekilde yüzde 3,75 civarında toparlanmasını beklediğini bildirdi. OECD raporunda Türkiye için 2016, 2017 ve 2018 büyüme tahminlerini yüzde 2,9, 3,3 ve 3,8 olarak ortaya koyarken, enflasyon beklentilerini ise yüzde 7,9, 7,7 ve 7,3 olarak duyurdu.
Tüm bu bilgiler ve rakamlar gösteriyor ki; önümüzdeki süreçte harcamalarımızda her zamankinden daha çok tasarrufa dikkat etmeli, yerli üretimi desteklemeli, hatta birleşerek yeni teşekküller meydana getirmeli ve marka değeri olan, katma değeri yüksek yerli ürünler geliştirmeliyiz. Ekonomimiz yerli sermayenin katkıları ile üreterek büyüyecek ve küresel ölçekte yatırımlar ile devler ligindeki yerini alacaktır. Bağımsız ekonomi ancak güçlü, yerli ve
milli bir sermaye yapısı ve finans modeli ile sağlanabilir.